Sapanca INFO

Bir Avcının Gözünden Sapanca

Nurettin Metin; avcılıkla yoğrulmuş bir ömrün canlı tanığı; hem Sapancalı hem de Sapanca sevdalısı. Sapanca; doğası, yüzyılların birikimini içinde barındıran bir yaşam öyküsü. Biz; avcının bakış açısını, hayatın avı olmaktan kaçınmak adına Sapanca INFO okurlarıyla paylaşmak istedik.



Merhaba, adım Nurettin Metin… Kafkasların serin rüzgarını, Sapanca ovasının sıcak kucağında bulan bir ailenin evladıyım. Rahmetli Lütfü Metin’in oğlu olarak, 1968 yılının baharında Sapanca’nın yeşiliyle mavisinin kucaklaştığı bir köşede gözlerimi dünyaya açtım.

Dedelerim, Kafkaslardan ayrılıp Sapanca’nın bereketli topraklarına kök salarken, yanlarında sadece umutlarını değil, memleket hasretini de getirmişler. Ve ben, o göç hikayelerinin yankılandığı bir yuvada büyüdüm.

Babam, adı gibi metin bir insandı. Elinden alın teri damlayan, yüreğinden insanlık fışkıran bir adamdı. Sapanca’nın sabah ayazında çalışır, akşamları kuzine sobanın başında kahkahalarımızla ısınırdı. Bizlere dürüstlüğü, insanlığı, doğayı sevmeyi o öğretti.

Çocukluğumdan bu yana Sapanca’nın o mis gibi kokusunu içime çekerek büyüdüm. Yağmur sonrası toprağın kokusunu da baharda açan çiçeklerin buram buram yayılan kokusunuda bilirim, onlar benim çocukluğumun hatıra defterinde hâlâ dipdiri durur.

İlkokuldan liseye kadar, okul yoluna düşen adımlarım hep bu topraklarda yankılandı. Üstümde kara önlük, başımda uçuşan hayallerimle Sapanca’nın sokaklarını arşınlaya arşınlaya geçti, öğrencilik yıllarım. 

Ama bir şey var ki, o benim gönlümde bambaşka bir yer tutar: Sapanca Meslek Lisesi’nin ilk mezunlarından biri olmak! Dile kolay, bir okulun ilk göz ağrılarından biri olmanın gururu, hâlâ yüreğimde bir bayrak gibi dalgalanır durur. O diploma elimdeyken hissettiğim heyecanı anlat deseniz, kelimeler yetmez. O zamanlar gençtik, hayallerimiz de Sapanca kadar genişti. Ama şunu öğretmişti babamız, “başarıya alın teriyle varılır.”

İşte böyle, Sapanca sadece memleketim değil; hikayemin başladığı, hayallerimin filizlendiği, köklerimin sarıldığı toprak oldu. Çocukluğumda, gençliğimde bu toprakların koynunda geçti. Ve o günlerden kalan her anı, bugün hâlâ gönlümde saklı bir hazine gibi durur.

Avcılığa olan tutkum, çocukluğumun bahçesinde filiz verdi desem, vallahi hiç de yanlış olmaz. İlk adımımı, bir sapanla kuşların peşine düşerken attım. Elimdeki küçücük sapan, o zamanlar benim için bir hazineydi. Sonra ne oldu? Eskilerin “tek kırma” dediği o meşhur tüfeği elime aldım. İşte o an anladım ki, avcılık dediğin sadece eline tüfeği alıp ateş etmek değilmiş. Bu iş yürekle yapılırmış; her nefesi, her adımı hissederek yaşanırmış.

Bunun üzerine Sapanca Halk Eğitim Merkezi’nin açtığı kurslara katıldım. Kursu başarıyla bitirip ‘usta’ unvanını aldım. Avcılık öyle bir yol ki, her zaman öğrenilecek yeni bir şey bulunur. Doğa, insana her gün başka bir ders verir, her köşesinden farklı bir sır çıkarır. Ve siz tekrar öğrenme sürecine girersiniz.

Bu süreç beni, ‘Sapanca Avcılık, Atıcılık ve Balıkçılık Spor Kulübünün kapısına taşıdı. Başlangıçta sadece bir kulüp olarak gördüm, ama orası zamanla ikinci ailem oldu. Çünkü orada önemli olan yüreğin ve ruhundur.

Kulüp üyeleriyle ava çıkmak, doğayı ve insanları daha derinden anlamamı sağladı. Her av, dostlukların pekiştiği, doğayla bütünleştiğim anlarla doluydu.

Avcılık, benim için ne bir spor ne de bir hobi oldu. Dedemden babama, babamdan bana miras kalan bir yaşam tarzı bu. Özgürlüğün kokusunu, Sapanca’nın bir parçası olduğumu sabahın ayazında Sapanca’nın yeşil ormanlarında, bazen de gölünün mavi sularında hissettim. İşte bu yüzden avcılık, benim için bir sevdadan çok, hayatın ta kendisidir! 

Neden mi?

Hiç Samanlı Dağlarına çıktınız mı? Cevabınız hayır ise çok şey kaçırıyorsunuz demektir, söyleyeyim. Sabahın ilk ışıklarıyla dağların serin rüzgârını yüzünüzde hissetmek… İşte o an, insan gerçekten yaşadığını hissediyor. Adımlarınızın altında çıtırdayan yapraklar, uzaktan gelen kuş sesleri, rüzgârla hışırdayan dallar… Sanki her biri size bir şeyler fısıldıyor.

Soğucak Yaylasından Sapanca Ovası’na baktığınızda, her şey elinizin altındaymış gibi görünür ve görene şunu hatırlatır: “biz de o kadar küçüğüz.”

Sapanca ovası; kimler geldi, kimler geçti… bir masalın unutulmuş sayfaları gibi… Ağlayarak doğanlar, kahkahalarla sevindi. Sırtını toprağa yaslayan dedeler, yıldızlar altında dualar etti. Öfkesiyle yanan insanlar, rüzgârla savruldu. Fabrikalar kuruldu, büyük oteller yükseldi, bungalovlar sıralandı. Otobandan hızla geçen araçların gürültüsü, doğanın sesini ve kokusunu bastırdı. Her geçen gün, birimizin masalı sona erdi… bir varmış, bir yokmuş gibi…

Soğucak Yaylasından Sapanca Ovası’na baktığınızda, insan “benim” demeye utanıyor. Ovaya indiğinde ise, “bizim” der gibi yaşıyor, sanki doğanın mesajına teslim oluyor. Soğucak Yaylasına gitmek için avcı olmanıza gerek yok, misafir olun yeter. Ama ne olursa olsun, geldiğiniz dünyayı buraya taşımayın.

Bazen oltamı alır, göle doğru yol alırım. Ama balık tutmaktan çok, gölün o derin sessizliğini dinlemeyi severim. Yüzümü suya çevirdiğimde, karşımdaki tek muhatap, suya düşen güneş ışıkları, turna yada sazan balığı olur. Sağıma soluma baktığımda ise “benim” demenin nelere sebep olduğunu görürüm. Arkamı döndüğümde, içimi bir endişe sarar: “Bizim” demeyi hâlâ öğrenememişiz diye…

Böyle işte…

Sapanca’nın toprağında filizlenen hayallerim, bu toprakların kokusunda yoğrulmuş anılarım, hep bir arada, bir bütün olmuş. Doğanın kalbi ne zaman kırılsa, içimde bir eksiklik hissederim. Çünkü bizler, bu toprakların evlatlarıyız; Samanlı dağları, Sapanca gölü ve vadiler bizimle var ve biz de onlarla…

İyi ki Sapanca var, iyi ki atalarımız burayı seçmiş; ne kadar dua etsek az!

Yorum Yap

İçimdeki BEN, Dışımdaki SEN ve SAPANCA ...