Sapanca’lı gazeteci yazar Sosyolog Kenan ALPAY, 15 Temmuz gecesi Sapanca’da yaşadıklarını “Darbeye Direnen Kalemler” kitabında anlattı.
15 Temmuz Gecesi Sapanca’da Neler Yaşandı?
15 Temmuz 2016 gecesinde yaşanan darbe girişimi ile hiçbir düşmanın ve düşman devletinin dahi cesaret edemediği ve başvurmadığı bir alçaklığa başvurulmuştur. TBMM, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Genelkurmay Başkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Özel Kuvvetler Komutanlığı, TÜRKSAT gibi ülkenin en mahrem, en kutsal ve en önemli yerleri bombalanmıştır. Başta buralar olmak üzere devlet kurumlarını ve devlet adamlarını korumak için gelen silahsız kişiler üzerine haince saldırılar yapılmış, bombalar atılmıştır. Bu hain saldırılar hem asker ve polis elbisesi giymiş hem de yıllarca Türk silahlı kuvvetleri ve emniyet teşkilatından ekmek yemiş, asker ve polis kıyafetli hain teröristler tarafından gerçekleştirilmiştir. Yine bu hain saldırıları devletin uçağı, helikopteri, tankı, topu, zırhlı araçları ve düşman için kullanılmak amacıyla alınan askeri mühimmat ve mermiler ile yapmışlardır.
Türkiye’nin önde gelen 50 yazarı 15 Temmuz ve sonrasında yaşadıklarını Bahçelievler Belediyesi ve Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi’nin işbirliği ile hazırlanan “Darbeye Direnen Kalemler” kitabında kaleme aldı.
Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2017 yılında Basın Fikir dalında ödüle layık görülen Sapanca’lı Yazar Sosyolog Kenan ALPAY, 15 Temmuz gecesinde Sapanca’da yaşadıklarını “Darbeye Direnen Kalemler” kitabında paylaştı.
Babalarımız ve dedelerimiz gibi bizler de modernleş(tir)me süreciyle paralel işleyen askeri ihtilallerin hiç eksik olmadığı bir memlekette büyüdük. Garip ama bizleri korumaları için kendilerine teslim ettiğimiz tankları her an üzerimize sürmeye hazır bekleyen askeri darbecilere aşina bir halktık. Bununla birlikte neredeyse bir asırdır kesintisiz bir biçimde süre gelen vesayet politikalarına maruz kalmış olsak da geleceğe dair ümidini ve azmini daima diri tutmuş bir millettik.
Darbelenen Toplumun Kısa Hikâyesi
Dedem Tek Parti dönemi ve 27 Mayıs’ın, babam 12 Mart ve 12 Eylül’ün bense 28 Şubat, 27 Nisan ve 15 Temmuz askeri darbe süreçlerinin ürettiği zulümlerin şahidi olduk. Lakin bu sarsıcı süreçlerde karşıt iki cephe açısından ilk bakışta çelişik görünen gelişmeler yaşadık. İşte 15 Temmuz darbecilerini rezil ve zelil bir mağlubiyete, toplum ve siyasi temsilcilerini ise onurlu ve destansı bir zafere eriştiren bu tuhaf ve çelişik gelişmelerdi. Her darbe döneminde kendini daha bir tahkim eden, otoritesini derinleştiren ve hayatın tüm alanları üzerinde hegemonya kuran askeri vesayet esasen bir o kadar da meşruiyetini yitiriyor ve giderek toplumsal öfkenin öncelikli hedefi oluyordu. Eş zamanlı olarak toplum ve siyaset ise askeri vesayet karşısında geriliyor, dağınık ve zemin kaybediyor görüntüsü verse de içten içe tecrübe kazanıyor, cesaret ve azmini büyütüyor, vesayeti püskürtmek hatta tepelemek üzere tetikte duruyordu.
Toplumu geçim darlığı, futbol kültürü ve magazin bağımlılığı gibi kronik musibetlerle çürütüp esaret altında tutmak için devlet sınıfları uzun yıllar sistematik bir politika icra etti. Bu politikaların merkezinde hemen her zaman asker merkezli bir şiddet ve korku üreten araçları siyaset ve toplumun iradesini kırmak üzere hazır tutuluyordu. Beklenti toplumun resmi ideoloji ve klasik devlet sınıflarıyla uyumlu bir hareket tarzını sergileyeceği yönündeydi. Ancak toplum yukarıdan aşağıya yüklenen bu görevleri reddediyor, kendisine yönelik beklentileri boşa çıkarıyordu.
Toplum ileri düzeyde bir siyasal akıl ve olgunlukla temayüz ediyor ve bu kuşatıcı siyasallaşma sınırları fersah fersah aşarak Amerika ve Avrupa’nın küresel planlarından Filistin, Bosna, Irak, Suriye, Doğu Türkistan, Çeçenistan, Mısır, Afganistan gibi kardeş coğrafyalarda yaşanan zulümlere bir nebze olsun çare üretmek üzere seferber oluyordu. Bu hususların siyasal ve toplumsal zeminde hangi türden gelişmeleri ortaya çıkardığını biraz sonra tartışmak üzere şimdilik bir kenarda tutalım. 15 Temmuz’a, gözü dönmüş barbarların karabasan gibi ülkemizin ve coğrafyamızın üzerine çökmeye kalkıştıkları büyük musibet gecesine daha yakından bakalım.
Yolculuğun Sonu Direnişi İmliyor
15 Temmuz Cuma günü Üsküdar’ın kendine has hareketliliğini tamamlayan sükûnetini geride bırakıp Harem’e doğru geçerken her şey olağan seyrediyordu. Harem’den 20.35’te hareket ederek Sakarya’ya doğru yola çıkacak aracımıza bindiğimde de aksi bir durum söz konusu değildi. Diğer yolcular gibi trafik yoğunluğu dışında benim de bir kaygım yoktu. Biraz yol aldıktan sonra grupta yazıştığımız bazı gazeteci arkadaşlar Boğaziçi Köprüsü’nün asker tarafından tek yönü olarak trafiğe kapatıldığına dair bir bilgi notu geçtiler. Grupta “askerlerin tanklarla köprü trafiğini kesmesinin gerekçesi ne olabilir?” sorusuna dair farklı cevaplar yazılıyordu. Fakat epeyce bir müddet darbe ihtimali en son seçenek olarak işaretleniyordu. Çünkü tartışmaya Ankara’dan hatta üst düzey bürokratik kademelerden katılan arkadaşlar dahi darbe kelimesini telaffuz etmeksizin, daha çok belirsizlik ve bilgi karmaşasına dikkat çekecek izahlar getiriyorlardı. En son Fransa’da gerçekleşen IŞİD saldırısının Ankara ve İstanbul’daki diplomatik temsilcileri hedef alabileceğine dair haberler ve bombalı araç saldırılarına ilişkin kamuoyuna yansıyan istihbarat raporları darbe riskinin önünde seyrediyordu. Daha önemlisi askeri darbeler için öteden beri mazeret olarak gösterilen istikrarsızlık, güvensizlik, siyasal gerilim veya toplumsal çatışma gibi unsurların yokluğu başka tehditlerin öne çıkmasına sebep oluyordu.
Askeri darbe ihtimalinin giderek güçlendiği saatlerde otobüsümüz mutad olduğu üzere gecenin kararlığında hızla yol alıyor, yaşanan gelişmelerden habersiz görülen yolcularda hiçbir değişiklik sezilmiyordu. Benimse telefonumun şarjı bitiyordu ki ineceğim durağa, Sapanca’ya gelmiştik. Hızla minibüs yoluna çıkmamla tevafuk eseri lise arkadaşımın arabasıyla önümde durması bir oldu. Gelişmelerden haberi yoktu. Beni annemin evine bıraktı. Hızla merdivenleri çıktım ve zili çaldım. Annemi son haberleri izlemiş ve kapıyı açar açmaz bana bir şeyler anlatırken buldum. Tedirgindi fakat her zaman olduğu gibi Kur’an-ı Kerim açmış okuyordu. Ara ara yüksek sesle dua ediyor, soru soruyor ve bazen cevap beklemeden okumaya dönüyordu. Amcamlara ve halamlara da seslendim, yapılabileceklerle ilgili durumu izah edip vedalaştım onlarla.
Hızlı hareket etmem gerekiyordu. Bir taraftan telefonumu şarj ederken İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır gibi bazı şehirlerdeki arkadaşlarla irtibat kurmaya çalışıyordum. Henüz Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım’ın bir beyanı olmamıştı. Bulunduğumuz şehirlerin merkezi meydanlarında toplanma ve mümkünse protesto yürüyüşü yapılması yönünde görüş birliğine varıldı. Önce eylem tecrübesi olan yakın çevremiz sokağa çıkmaya, eyleme katılım çağrısı yapmaya başlamıştı bile. Diğer taraftan da sosyal medya üzerinden askeri darbeye karşı nasıl bir kitlesel pozisyon alabileceğimize dair mesajlar geçiyorduk. Ama öncelik, şartlar gereği Sapanca ve Sakarya’da yapılabileceklerle ilgiliydi.
Sapanca’daki Sezai Arıcıoğlu, Coşkun Balta, Ömer Sevim, Mehmet Baki Kızıltepe gibi arkadaşlarımla önce ilçe merkezinde sonra Sakarya Gar Meydanı’nda toplanmak üzere sözleştik. İlçede özellikle siyasi temsiliyeti olan arkadaşlarımız toplu mesaj ve ilçenin bütün noktalarında bulunan hoparlör sistemi üzerinden protestoya katılım çağrısı yapılması için harekete geçtiler. Biraz zaman geçince Yurtta Sulh Konseyi tarafından ülkenin tamamında yönetime el konulduğunu deklare eden darbe bildirisinin TRT’de tekrar tekrar okunduğunu gördüm. Askeri darbe alenen ve resmen üzerimize çöktüğünü beyan ediyordu.
15 Temmuz gecesi TRT’de okutturulan darbe bildirisinin hemen akabinde şu mesajı paylaştım sosyal medya üzerinden: “TSK veya TSK’nın bir kısmı ülke yönetimine tümüyle değil kısmen dahi el koyamaz. Askeri cuntaya karşı direneceğiz ve kesinlikle püskürteceğiz” (23.33). Direniş ve püskürtme kararlılığı içeren bu mesajı attım ama tanklara ve savaş uçaklarına karşı sergilenecek direnişin ne kadar kitlesel ve istikrarlı olacağı hususunda içimde bir şüphe ve ürperti olmadı değil.
Tam da bu vakitlerde Belediye hoparlörlerinden bütün halkın Sakarya Valiliği önüne toplanması yönünde davetler kesintisiz bir biçimde tekrar ediliyordu. Ama asıl etkileyici faktörse minarelerden yükselen ezan ve salaların birbirine karışarak gökyüzünden yeryüzüne sekine, cesaret, azim ve zafer gibi nimetleri davet ediyor oluşuydu. Direnişi ülke sathına yayılmasında Başbakan Binali Yıldırım’ın “ucunda ölüm olsa bile bu kalkışma mutlaka tasfiye edilecektir” mesajı önemli bir yer tutuyordu. Ancak asıl olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan canlı yayına bağlanarak meydanlarda toplanma çağrısı yaptığında artık önü alınamaz bir direnişin startı verilmişti: “Milletimizi meydanlara davet ediyorum. Meydanı onlara bırakamayız. Kararlı bir biçimde onların üzerine gideceğiz. Tanklarıyla toplarıyla gelsinler ne yapacaklarsa halka orada yapsınlar. Darbecilerin başarılı olacağına kesinlikle inanmıyorum.”
Direnişin Coşkusu, Coşkunun Direnişi
Ezan ve salalar insanları evinde oturamaz, tehlikeli gelişmelere seyirci kalamaz kılmış ve adeta ‘kükremiş sel gibi’ yollara, meydanlara dökmüştü. Biz de kendimizi bu selamet selinin akışına bıraktık. Ok yaydan çıkmış ve bir bütün olarak toplum meşru siyasi temsilcileriyle birlikte askeri cuntayı dağıtmak, darbecileri cezalandırmak ve özgürlükleri teminat altına almak üzere kolları sıvamıştı.
Diyebilirim ki darbeye karşı direniş için oluşturulan konvoyda her şey vardı. Sakarya Nehri’nin kenarındaki kum ocaklarından ince çakıl çeken ve çocukluğumuzda direksiyonlarına oturma hayalleri kurduğumuz büyük damperli kamyonların havalı kornaları şehri sarsarcasına inletiyordu. Kimi araçlardan Mehter Marşları kimilerinden Dombra şarkısı yükseliyordu. Onca genişliğine rağmen yollar, bentleri yıkıp gelen selleri taşıyamayan nehir yatakları gibi bu insan ve araç selini taşıyamaz durumdaydı. Coşku ile öfke harmanlanarak azim ve zafere odaklanmış bir insan seli üretmişti sanki. Bir silsile şeklinde mahyalarda akan ayet ve dualar ezan ve salaların etkisini katlıyor, eylemlere bir ibadet şevki kazandırıyordu. Kargaşa değil aksine tam bir uyum ve hoşluk içerisinde birbirini tamamlıyordu her şey. Daha önce defalarca tatbikatı yapılmışçasına şiir gibi bir uyum, harmoni gibi işleyen bir çeşitlilik kendini gösteriyordu.
Yollardan mısır tarlalarına taşan araçlar basit bir aceleciliğin değil bir an önce Valiliğe ulaşıp baskın yapan darbeci askerlerin yakasına yapışma sorumluluğu için hayırlı bir yarışın göstergesi olmuşlardı. Onca sıkıntıya rağmen stres değil aksine makul ve yapıcı bir heyecan sarmıştı hepimizi. Ayrışma ve rekabet değil kardeşlik ve dayanışma ruhunu temsil eden mümin ve mütevekkil bir duruşla İstanbul ve Ankara’dan gelen haberleri an be an takip ediyorduk. İlk müjde geldi, Sakarya’da Valilik hızlı bir biçimde işgalci askerlerden temizlenmişti. Ele geçirip esir etmeye kalkıştıkları Vali Hüseyin Avni Coş darbeci subayları derdest edip kamuoyuna teşhir etmeye başlamıştı bile. Şimdi direksiyonları bir sonraki protesto merkezi ilan edilen Gar Meydanı’na kırma vaktiydi.
Yaşadığımız büyük olay tereddüt ve kesinti olmaksızın bir şehrin askeri darbeye direniş destanı yazma kararlılığıydı. Gar Meydanı’na geldiğimizde ses sistemi henüz kurulmuştu. Arkadaşlar Sakarya milletvekilimiz Mustafa İSEN beyden sonra benim de bir konuşma yapmamı rica ettiler. Sanki Beyazıt Meydanı’nda uzun yıllar boyunca yaptığım gibi yeni bir konuşma yapacak gibiydim. Fakat bu sefer içinde akrabalarımın, çocukluk ve gençlik arkadaşlarımın, komşu ve hemşerilerimin daha yoğun bulunduğu muazzam bir kitleye hitap edecektim. Gecenin bir vakti İstanbul ve Ankara’da kardeşlerimizin üzerine tanklar süren, savaş uçakları ve helikopterlerden bombalar yağdıran darbecilere karşı şu cümleler döküldü ağzımdan: “Halkımız askeri cuntaya asla ve kat’a fırsat vermeyecektir. Bu ülke Amerikan emperyalizminin içimize soktuğu ajanlar tarafından yönetilecek bir ülke değildir.”
Tekbirler ve sloganlarla inletilen Gar Meydanı’nın hemen her köşesinde Kur’an-ı Kerim okuyan, tesbih çeken, dua eden ablalarımız, teyzelerimiz, halalarımız müstahkem birer kale gibi bizlere emniyet duygusu veriyorlardı. Zaman biraz daha ilerleyince Çark Caddesi’nde bulunan Tümen Komutanlığı’na doğru büyük bir kitle olarak yürüyüşe geçildi. Tümen’deki darbeci subayların teslim alınması için öylesine yoğun bir abluka kuruldu ki hakikaten tasviri çok güçtü. Sonrasında Polis Özel Harekât Timleri birkaç araçla geldiler ve bir taraftan kitleyi teskin etmeye diğer taraftan da ismi geçen darbeci subayları teslim alıp mahkemeye ulaştırmaya giriştiler. Siyaset ve toplumun kararlı direnişi sayesinde asker kışlasına çekilmeye ve ihtilali örgütleyen mensuplarını yargıya teslim etmeye mecbur kalmıştı.
Nihayet tekrar Gar Meydanı’na dönüş yolundaydık. Bu sefer çaylar içiliyor, gülücük dolu hatıra resimleri çekiliyor ve sohbetlerdeki neşe daha bir artıyordu. Artık hemen yakınımızdaki Orhan Camii’ne gitme vakti gelmişti. Camiinin içi şükür namazı kılan cemaat tarafından doldurulmuştu. Şadırvanda abdest alanlar da camiinin boşalmasını beklerken gelişmeleri değerlendiriyorlardı. Derken sabah ezanı okundu, cemaat safları daha bir sıklaştırdı ve ihlasla hep birlikte tekbir alıp kıyama durdu: Allah-u Ekber! Bu ezan, bu cemaat, bu namaz, bu kurşunla kaynatılmış binalar gibi tutulan saflar öylesine harikulade bir nimetti ki izzet ve haysiyetimizi, adalet ve özgürlük sevdamızı sökülemeyecek bir biçimde perçinlemişlerdi.
Tarihi Yapan Artık Tarihi de Yazıyor
Meydanı terk ederek Sapanca yoluna revan olduk. Beni sükûnetle bekler bulduğum annemle birlikte gecenin akışını değerlendirip kahvaltı yaptık. O sırada gecenin değerlendirmesini yapmam için arayan Radyo 7’den arkadaşlarımız sayesinde en uzak noktalara değin hitap edebildik. Annemle biraz olsun hasret giderdikten sonra iki saat içinde tekrar yola koyulduk. Çünkü İstanbul’da Saraçhane’de onlarca kardeşimizin katledildiği yerde bir yürüyüş yapma ve gıyabi cenaze namazı kılma kararı almıştı arkadaşlarımız. Bu şahitlikten pay almak ve direnişin anlık bir refleks değil bir hayat tarzı olduğunu teyid etmek için yetişmemiz gerekiyordu. Coşkun, Turgay ve Ömer’le birlikte marşlar söyleyerek direnişin kalbine doğru adeta uçarcasına düştük yollara. Yorgun ve uykusuz ama mutlu ve onurlu bir yolculuk üzerine kurulan bu mübarek seferimiz de berrak bir su gibi aktı. Gece Sakarya’da başlayan direnişimizi Türkiye’nin dört bir tarafında olduğu gibi artık 40 gün 40 gece olmak üzere İstanbul’da sürdürecektik.
Tüm engellemelere rağmen tarihi yapan aynı zamanda tarihi yazan olarak da sahneye çıkmıştı. Bir efsane gibi, bir mitolojik kahraman gibi değil son derece sade, açık ve makul şartlarda oligarşi ve askeri cunta tepelenmişti. En modern ve ölümcül silahlarla donanmış darbeciler karşısında halkın direnişini donanımlı ve kudretli kılan en başat unsur hiçbir şiddet unsuruna bulaşılmamış olmasıdır. Bu sayede özgür iradelerini teminat altına almak için öldürmeyi değil öldürülmeyi göze almış geniş kitleler darbecilerin tuzaklarını başlarına geçirmişti. Kimi maksatlı iddiaların aksine askeri darbeciler ordunun diğer unsurları veya polis tarafından değil bizatihi halk tarafından tasfiye edilmişti. Sürecin analizi yapılırken şu nokta mutlaka göz önünde tutulmalıdır: Bu süreçte yapmacık olan, ithal edilen, popüler olan hiçbir tutum ve davranış sergilenmemiştir. Halkımızı muzaffer kılıp darbecileri zelil kılan da esasen en güçlü ve tartışılmaz haliyle bu meşruiyettir.
Başından sonuna kadar Türkiye’nin tüm şehirlerinde dualar, tekbirler, salavatlar, ezanlar ve salalar ile direniş fıtrata en uygun sembol ve değerlerle motive edilmiştir. Bu ölümcül süreçte hiç kimse Avrupa Birliği veya Amerika’dan gelecek bir destek arayışında olmamıştır. Hemen hiçbir eylem alanında “acaba yanımızda aydın ve sanatçılar, ilerici ve demokratlar, akademisyen ve diplomatlar var mı?” tarzında bir soru sorulmamıştır. Bununla birlikte piyano çalmaya, duran adam rolü oynamaya, kırmızı fular takmaya veya Y Kuşağı olmaya da heves edilmemiştir hiçbir yerde. Çünkü bir direniş süreci düşünün ki ihtişamını camileri, mescidleri, minareleri direniş için seferber oluşundan alıyor. Zaten mahyalarını “zalimler için yaşasın cehennem, Rabbim zalimlere fırsat verme” gibi şeref ve özgürlük tutkusunu imleyen sloganlarla bezeyen mü’min yüreklere, muttaki kalplere hangi çılgın zincir vurabilirdi ki?!
Halkın ve meşru siyasi temsilcilerinin müktesebatını küçümseyenler, onu kolayca ezip geçebileceğini zannedenler sadece yanılmamış aynı zamanda rezilce mağlup da olmuşlardır. Darbe girişimi başarısız kılan hiç tartışmasız cesaret ve feraseti kuşanmış bir halk ve onun meşru siyasal liderliğidir. Özetle Cumhurbaşkanı Erdoğan halkı, halk da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı tamamlayan, kudretli ve muzaffer kılan asli (f)aktör olmuştur.
Zalimler hesabı oldukça basit bir aritmetik üzerine kurmuşlardı: Tankı sokaklara sürmek, jetleri kulakları sağır edercesine şehirlerin üzerinden uçurup protestocuları bombalamak, dipçiği halkın sırtından eksik etmemek. Darbe sistematiği bugüne kadar böyle işlemişti. Halk da aynı halk, memleket de aynı memleket olduğuna göre darbenin başarısız olması için bu defa da bir sebep yoktu. Üstelik yedi düvel, yedi bir araya gelmez güç Tayyip Erdoğan iktidarına karşı işbirliği içerisinde iken. Oysa bu yanlış ve ahlaksız hesabın, bu şeytani tuzağın meydanlardan dönmesi mukadderdi.
27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı püskürtemeyen, haklı öfkesini hep içine atmaya mecbur kalan bir halk kınından sıyrılmış keskin bir bıçak gibi kötülük üreten tüm unsurları delik deşik edip bir paçavra gibi savurdu. Üstelik sadece 15 Temmuz’da sokağa çıkan Fethullahçı cuntaya değil, bütün bir toplumun seksen yılına karabasan gibi çöken bütün darbecilere karşı abandone edecek bir yumruk vurdu. Bürokratik Oligarşi kutlu direniş karşısında havlu atmış, millet ve meşru siyasal temsilcileri zaferini ilan etmişti, Elhamdulillah! (2)
Kaynak
1) Milli Kültür Araştırmaları Dergisi
2) Kenan ALPAY