Sapanca INFO

Mustafa Kemal’in Sapanca Ziyareti ve Küçük Nezihi’nin Konuşması

Yıl 1922… Anadolu’nun bağrı yanık, umutlar ince bir rayın üstünde ağır ağır ilerliyor. Büyük Taarruz’un habercisi bir tren Ankara’dan sessizce yola çıkmış; yalnızca komutanlar değil, içinde cesaret, inanç ve istiklâl taşımakta. 17 Haziran günü, o tren Sapanca’da durur. Mustafa Kemal vagondan iner. Karşısına bir çocuk çıkar: Sapancalı Nezihi. Elinde bir sapan, gözlerinde memleket sevdası… Dimdik durur ve der ki: — “emellerinizin arkasındayım”



Yıl 1922… Anadolu’nun ciğeri yanıyor. Dağ taş suskun, ama yürekler ayakta. Umut, paslı rayların üzerinde bir tren gibi ilerliyor.

Mustafa Kemal, Büyük Taarruz için kararını vermişti. Ama bu, öyle hemen kalkıp gidilecek bir iş değildi. Önce plan, sonra adım… Fevzi Paşa’yla baş başa verip haritaların üstüne eğildiler, sonra da dediler ki:

“Haydi, Adapazarı ve İzmit tarafına bir bakalım.”

Bu gezi, yalnızca bir ziyaret değil, bir taşla beş kuş vurmaktı. İlk olarak Kocaeli Grubu’nu denetleyecek, askerin durumunu gözlemleyecekti. Bir yandan da uzun zamandır göremediği annesi Zübeyde Hanım’ın ellerini öpmek istiyordu.

Ama asıl önemli mesele: Dış basında yayılan ‘Türkler Hristiyanlara zulmediyor’ iftiralarını çürütmek. Fransız yazar Claude Farrère’le buluşacak, memleketin hakikatini gösterecekti.

Gece yarısını biraz geçe, 11 Haziran 1922’de, Mustafa Kemal Paşa özel bir trenle Ankara’dan sessizce yola çıktı.

Tren demeyin ona. O gece, raylarda ilerleyen şey geleceğe giden bir karargâhtı adeta.

İçinde kimler yoktu ki? Bolu Milletvekili Cevat Abbas, Hariciye Vekâletinden Münir Bey, Başyaver Salih Bey, Yaver Muzaffer Bey, Erkan-ı Harbiye’den Şükrü Ali Bey, Kalem-i Mahsus’tan Memduh Bey…

Her vagon bir umut taşıyordu. Her titreşim, Anadolu’nun kalp atışıydı.

17 Haziran Cumartesi günü, öğle üzeri Adapazarı’ndan İzmit’e doğru yola çıktılar. Ama bu tren, sıradan bir tren değildi. Kompartımanlara halılar serilmiş, Çınar dalları ve al bayraklarla süslenmişti. Vagonlardan zafer kokusu yükseliyor, Camlardan özgürlük bakıyordu.

Arifiye’de, bir süvari birliği tarafından selamlandı. Sonra, Sapanca Gölü’nün ipek gibi kıvrılan sahilini takip ederek Sapanca İstasyonu’na yanaştı.

Ve istasyonda bayram vardı. Kadın, erkek, yaşlı, genç… Yediden yetmişe herkes oradaydı. Ellerinde bayraklar, gözlerinde yaş.

İstasyona çam, defne ve zeytin dallarından görkemli bir tak kurulmuştu. Her köşede “Büyük Halâskârımız, hoş geldin!” yazılı levhalar… Yoluna halılar serilmiş, istasyon bir düğün yeri gibi süslenmişti.

Tren durdu. Kapı açıldı. Mustafa Kemal Paşa ağır ağır vagondan indi. İlk selamını Nahiye Müdürü Fuat Bey’e verdi. Etrafını saran halkla tek tek tokalaştı, öğrencilerle konuştu, küçük çocukların başını okşadı.

Yaşlı bir ninenin titreyen dudaklarından dökülen dua, kulaklarda yankılandı: “Allah seni millete bağışlasın Paşam…”

O anlarda, gözlerde biriken yaşlar kadar, yüreklerde biriken gurur vardı.

İstasyon binasında kısa bir dinlenme… Meyve, şerbet, dondurma ikramı… Ama asıl doyuran, milletin sevgisiydi.

Tam çıkmak üzereyken, kalabalığın içinden küçük bir çocuk sıyrıldı. Elinde sapan, üstü başı toz içinde, ama dimdik. Gözlerinde öyle bir ışık vardı ki, bin nutuktan daha etkiliydi.

Selam durdu, sesi titreyerek konuşmaya başladı…

Vecihi Bey’in 8-10 yaşlarındaki oğlu Nezihi, irticalen yaptığı konuşmaya “Büyük Halâskârımız” diyerek başlamış ve sözlerini şöyle sürdürmüştü:


Büyüklüğünüz yanında ben ne kadar küçüksem, küçük kalbimin duygusu da size karşı o kadar büyüktür. Tıpkı şu mini mini gölümüzün o ulu deryalarımızı hatırlattığı gibi… Onu, beni, bizi, hepimizi en korkunç uçurumlardan siz kurtardınız. O uçurumlar kadar derin gönlümüzün gölümüz kadar derin minnet ve şükranları ne yolda takdim edilebilir ki. Tarihteki mevkiiniz sema kadar yüksek ve nurludur. Halbuki, yalnız minnet ve şükranlarımı değil, temennilerimi ve emellerimi de arz edeceğim. 

Sapanca’yı kurtaranlardan Terkos ‘u, îşkodra ‘yı kurtaracakları günü bekleyeceğim. Onlar, yalnız anamın, babamın yurdu oldukları için değil, ana vatanımızda o yerlerin koptuğu yaralar hala kanadığı için ben bu günlere kanmayacağım. 

Gerçi pek küçük bir Sapancalıyım. Fakat sapanımla sizlerin, emellerinizin arkasındayım. Felaketli vatanımın, harap olan yurdumun sefil bir yavrusu olmak sıfatıyla Yusuf Kemal Beyin (Tengirşek) teşrifinde de demiştim ki ‘vahşi Yunanlılar tarafından yeşil dağlarımızda ağaç, köylerimizde, bucaklarımızda üzerimize alacak hiçbir eşya kalmadı. Şu küçük aklımla garbın adil ve medeni olduğu kanaatindeydim, heyhat..’

Medeniyet bu mu, temeddün bu mu? Dedelerimizin, babalarımızın, kardeşlerimizin mübarek kanlarıyla yıkanan bu topraklarda Yunan çizmelerinin sürüklendiğine katiyen razı değiliz. Misâk-ı Milli’mizin tamamıyla muhafazası uğrunda hiç bir fedakarlıkta çekinmeyeceğiz. Çünkü, biz de yaşamak isteriz.

Küçük Nezihi’nin sesi istasyona yayıldığında, önce bir sessizlik oldu. Sonra birden… Önce gözler buğulandı, ardından yürekler taştı. Sessizliği hıçkırıklar böldü.

Kadınlar mendil aradı, yaşlı amcalar gözlüklerini sildi, Bazıları ellerini dua için göğe kaldırdı.

Ama asıl şaşırtıcı olan, yıllarca cephelerde savaşmış, nice felaketi görmüş o sert yüzlü komutanların bile gözyaşlarını tutamamasıydı. Hepsi orada, istasyonun ortasında, küçücük bir çocuğun sesiyle darmadağın olmuştu.

Mustafa Kemal Paşa, o anı unutulmaz bir sözle mühürledi: “Bütün vatanın kurtarılmış evlatları emin olabilirler. Sizin için sağlam bir hayat zemini bırakacağız. Merak etmeyin.”

Sonra eğildi, Nezihi’nin küçük elini sımsıkı tuttu. Saçını okşarken, gözlerinde hem gurur hem umut vardı. Bir çocuğun alnına bırakılan o el, bir milletin kaderini kutsuyordu.

Tam o sırada, istasyonun diğer ucundan birkaç köylü yanaştı. Yanlarında, özenle hazırlanmış bir sepet taşıyorlardı.

Sepet, dört gözlüydü. Ama kapağı yoktu. Çünkü güzelliği saklamak değil, paylaşmak istiyorlardı. İçinde Sapanca’nın en güzel meyveleri vardı: Kiraz, Vişne, Elma, Armut.

Her biri toprağın, emeğin, umudun sembolüydü.

Paşa, bu hediyeyi büyük bir nezaketle kabul etti. “Bu meyveler, yalnız topraktan değil, yürekten çıkmış” dercesine başını eğip teşekkür etti. Alkışlar arasında halkı selamladı. Her adımı, yere serilmiş halıların üstünden ağır ağır geçti. Ama o halılardan çok, dualara döşenmiş gönüllerin üstünden yürüyordu.

O gün orada, Sapancalı bir çocuğun sesiyle büyüyen umut, rayların gürültüsüne karışıp Anadolu’ya yayıldı.

Kaynak
Atatürk’ün Büyük Taarruz Öncesinde Adapazarı-İzmit Gezisi
İşgal Döneminde Sapanca’da ki Yunan Mezalimi
İkinci Meşrutiyet’ten Tevhid-İ Tedrisat’a Türkiye’de İlköğretim (1908- 1924)

1 Yorum

Vedat Sevgigör 30 Haziran 2025 at 06:46

Anadolunun bağrında sayısız kıymetli hikaye saklı. İsmini bildiğimiz-bilmediğimiz binlerce yiğit insanın hikayesi. Hepsine rahmet olsun.

Cevapla

Yorum Yap

İçimdeki BEN, Dışımdaki SEN ve SAPANCA ...