Lâ Edri bu kez de; kendi topraklarını, kültürünü, varlığını sinema ile yücelten modern dünyada seyahate çıkıyor. Bir doğudan, bir Batıdan örnekle anlatmaya çalıştıkları için buyurun sevda hikâyelerine …
“Tutulduğu Sevda Yüzünden Divane Olmuş bir Doğulu ile 25 Yaşını Görebilmesi Dilenen Bir Batılının Hikâyesi”
Doğu ile Batı sineması ya da daha müşahhas olacaksa Amerikan (Hollywood) Sineması ile İran Sineması arasında derin farklılıklar vardır. Hollywood olanı en sert şekilde gösterir. Kan akacaksa akar ve gerekirse o kan gözünün içine de girer. Ancak İran sinemasında anlatılmak istenenler kelimelere ya da çekimlerde saklanır. Kan akmaz ama bir kan aktığını ve bu yüzden şahsın canının yandığı diyaloglarda ya da yüzündeki ifadede gizlidir.
Bir atlı gelir örneğin, uzaktan bir atın koşma sesi gelir önce, sonra sıcak havanın etkisiyle oluşan buharlanmadan belli belirsiz at üstünde bir adam gözükür ve bu adam giderek yaklaşır. İzleyenlerde bu durum “Artık gelse de ne olacaksa olsa” diye bir serzenişe dahi sebep olabilir.
Ancak Hollywood açısından bir diğer önemli konu da hikayenin iyi anlatılması olmuştur. 1996’nın hemen ilk ayında vizyona giren bir film, bu satırları kaleme alan benim şahsımda pek çok insanı derinden etkilemiştir eminim. Ocak ayında başlayan Ramazanın ilk günlerinde gece 23.00 seansına aldığımız biletle Mel Gibson’ın oyunculuğu ile muhteşem bir filme konuk olmuştuk. Sahur saatine yakın bir zamanda biten filmin ardından “Cesur Yürek”ler olarak sokakta “Özgürlük” diye bağırmamak için kendimiz zor tutuyorduk.
Üniversiteye giden 3-5 öğrencinin nasıl bir özgürlük problemi olabilirdi ki? Aslında sorunun temeli doğru idi. Ne de olsa istediğimizi söyleyebildiğimiz ve hayallerimizi koştura koştura yaşadığımız yıllardı. William Wallace ise İngilizlerin elindeki bir ülkeyi, İskoçya’yı kurtarmak için özgürlük ateşiyle yanıp tutuşan bir halk kahramanı idi. Biz de bu ateşin meşalesini taşıyan üniversite gençleri…
Sonra anladık ki bu meşaleler sadece sinema salonlarında kalmalıydı. Günümüzdeki Örümcek Adam ya da Wolverine gibi bir kahramandı William Wallace bizim için…
Başka bir örnek mi verelim? 1993 yapımı Pelikan Dosyası filmi mesela… Gülüşüyle efsaneleşmiş Julia Roberts’ın Denzel Washington ile başrolleri paylaştığı harika filmlere diğer bir örnek olarak verilebilir. İki yüksek mahkeme yargıcının ölümüyle ilgili şüpheleri ve elindeki bilgilerden yola çıkan bir hukuk öğrencisi (Julia Roberts) ile bu şüpheleri ciddiye alıp araştırmaya karar veren gazetecinin (Denzel Washington) hikâyesinin anlatıldığı filmin benim için en önemli sahnesi, Denzel Washington’un Roberts’a araştırmaya devam etmemeleri konusundaki fikrini söyledik sonra bunu isteme sebebini ise “Senin 25 yaşını görebilmeni istiyorum” diyerek açıklamasıydı.
Her iki film için de kullandığım “filmin hikâyesi” ifadesi aslında temel bir soruna dikkat çekmek amacıyla söylendi. İnsanın ruhuna dokunabilmek iyi hikâyelerle olabiliyor ancak.
Dikkat edilirse Oscar almış ya da alamamış olması sebebiyle hayal kırıklığına uğranmış filmlerin genelde oldukça sağlam ve hatta insanı sürükleyen bir hikâyesi vardır. Cesur Yürek’te William Wallace meydan savaşına girmek üzereyken attığı nutukta özgürlük vurgusunda bulunmakta ve diktatörlüğe karşı çıkmak için orada olduğunu söylemektedir. Aslında Wallace özgürlük ile kendisine ait bir aile, bir yuva, bir ülke hayalini ifade ediyor, kendi yurdunu tutmayı istiyor. Tıpkı Türklerin yüzyıllar önce adım attığı Anadolu’yu yurt edinmek için verdiği savaşlar gibi, İskoçlar da bir zamanlar savaşıyor…
Bu tespitler başka bir yazı konusu olabilir. Hollywood’u yanı sıra Doğudan da İran Sinemasının önemli örneklerinden “Cennetin Rengi” filmine bakabiliriz. Zor zamanlar geçiren bir aile ve bu ailenin görme engelli çocuğunun hayatına odaklanan film, genel olarak insanda; “Benden zor hayatlar yaşayanlar da varmış” izlenimini bırakıyor. Hep bir acı, hüzün ve dram anlatısı olan film, diğer taraftan gerçekleri insanın yüzüne çarpması ile de dikkat çekiyor.
Ya da başka İran’dan başka bir örnek film olarak ele alabileceğimiz; “Allah Yakındır” filmine bakalım. Modern bir Leyla-Mecnun hikâyesi diyebileceğimiz filmde, yürüyerek ulaşılamayacak yerlere motosikletle servis yapan bir gencin, öğretmen bir kızı okuluna götürmesi ile başlayan sevdasına odaklanıyor. Kızın başka biriyle evleneceğini anladıktan sonra yemeden içmeden kesilen oğlanın ve kızın durumunun anlatıldığı film müzikleri ile özellikle olumlu anılıyor.
Bu filmi ya da başka bir İran filmini anlatırken asıl dikkate şayan husus ise filmlerde genel olarak bir masumiyetin karşılık görmesi. Türkiye’de, 70 ve 80’li yıllarda Kemal Sunal üzerinden işlenen sosyal adaletsizlik benzeri konuların kapağını araladığı düşünülebilecek filmlerde sevda, çocukluk, hayattaki zorluklar ve iyi niyet gibi kavramlar üzerinden oldukça masumane bir portre çiziliyor.
Amerikan sineması para kazanmak, hakkını söke söke almak, kan akıtmak, gerekirse ödün vererek güç edinmek gibi konulara odaklanırken; İran sineması saflık, masumiyet, çocukluk, sevda, acı, hüzün ve buna bağlı olarak karşıdaki incinmesin diye kendisi incinen karakterlerle kendini gösteriyor.
Tabii tüm bu değerlendirmeler sırasında Hollywood’un kötü, İran sinemasının ise harika olduğunu ifade etmediğimi de söylemek isterim. Yukarıda ismi geçen filmler üzerinden bir değerlendirme yaptık. Ancak her iki sinema içinde genel bir propaganda yaklaşımının olduğunu ifade etmeliyiz. Bir din, ırk ya da kültüre sahip olanların belki en önemli benlik göstergesidir propaganda. Çünkü sahip olunan düşüncenin sahip olduğunu, doğru olduğunu kanıtlama ihtiyacı içindedir insan.
Her okurumuza, tıpkı Denzel Washington’ın dediği gibi, 25 yaşını görebilmesini diliyorum. Ne de olsa Pelikan Dosyasının üzerinden 30 yıl geçti ama Julia Roberts ablamız halen yaşıyor ve filmlerde rol almaya devam ediyor.
Sizlerin de ömrünüz uzun, bereketli ve hayırlı olsun dostlar.
Kalın sağlıcakla…