Sapanca INFO

İlkesellik ve Kişisellik: Ezeli Rekabetin İki Yüzü

Yer: Serengeti. Geniş. Öngörülmez. Adil ama acımasız. Tıpkı Sapanca gibi — güzelliğin ardında bir sınav. Karşımızda iki figür, iki kader: Aslan ve Sırtlan. Biri ilkesel yaşar: birlik, sabır, emek. Diğeri kişisel: anlık, savruk, doyumsuz. İlki bekler, planlar, paylaşır. İkincisi kapar, kaçar, tüketir. Bu sadece bir ekosistem değil. Bu, hayatın kendisi. Her adımda bir seçim. Her seçimde bir yön. Aslan mı olacaksın, Sırtlan mı? Gelin, yakından bakalım…



Bazı topraklar yalnızca bir coğrafya değildir.
Hayatın kendisini yansıtır.
İnsana kim olduğunu, nasıl yaşadığını,
neye inandığını hatırlatır.

Serengeti işte böyle bir yerdir:
Geniş, öngörülemez.
Adil ama acımasız.
Her doğan güneş yeni bir mücadeleye,
her an yeni bir sınava gebedir.
Kimi sessizce ilerler, kimi gürültüyle savrulur.

Kim olduğun, nerede durduğundan değil;
nasıl yürüdüğünden anlaşılır.

Bu topraklarda herkes aynı güneşle uyanır,
ama herkes geride farklı bir iz bırakır.

Ve tam bu yüzden…
Serengeti’de her şeyin özü iki figürde saklıdır:
Aslan ve Sırtlan.

Biri sabırla bekler, diğeri fırsatla saldırır.
Biri paylaşır, diğeri kapar.
İki yol. İki ruh. İki dünya.

ASLAN, ilkeseldir.
Gürültüyle değil, duruşuyla var olur.
Kalabalığın alkışını değil, vicdanın onayını önemser.

Yemeğini hak eder; ne zevk için öldürür,
ne de ihtiyaçtan fazlasını alır.
Adımları ağırdır ama yönü keskindir.
Çünkü ilke, hızla değil kararlılıkla yürür.

Aslan gücünü aidiyetten alır.
Korudukça büyür, paylaştıkça yücelir.
Bakışı bir derstir:
Cesaret, saldırmak değil; gerektiğinde geri durmayı bilmektir.

O sadece hayatta kalmaz, yaşama iz bırakır.
Çünkü onun için hayat,
sessiz ama derin bir anlam bırakma sanatıdır.

Ama her duruşun bir karşılığı, her ilkenin bir sınavı vardır.

Aslanın karşısında bir figür ise …

SIRTLAN, kişiseldir.
Yalnızken susar, kalabalıkta bağırır.
Kendi sesi yoktur; yankıyla var olur.
Cesaretini içinden değil,
başkasının gölgesinden devşirir.

Yön değil, iz sürer.
Emek harcamaz; fırsatın kokusunu alır ve saldırır.
Paylaşmak ona zayıflık gibi gelir;
çünkü sahip olmakla var olduğunu sanır.

Acımasızdır.
Yaşamak için değil,
sadece hayatta kalmak için yaşar.
Nasıl yaşadığını ise hiç sorgulamaz.
Çünkü onun dünyasında hayat,
geçici,
yüzeysel ve savruk bir doyumdan ibarettir.

Herkes, kendi Serengeti’sindedir.
Üstte yakıcı bir güneş, altta var olduğumuz toprak…
Önümüzde sonsuz ihtimaller,
ardımızda iz bırakan her tercih.

Hayat, sessiz ama sarsılmaz bir dengeyle döner.
Kimi bu düzene saygı duyar,
kimi sadece kullanır.

Ama her adım, her duruş, her suskunluk…
Kim olduğumuzu anlatır.
Ve dünya, bu anlatıyla şekillenir.

Ya bir yön oluruz ardımızdan gelene,
Ya da silik, unutulmuş bir iz…
Seçtiğimiz yol, yalnızca bugünü değil,
Yarını ve bizden sonrayı da etkiler.

Peki biz…
Hangi izde karar kılacağız?
İlkesel duruşta mı,
Yoksa kaygıya teslim olmuş bir savrulmada mı?

Bu bir tercih değil,
bir varoluş sorumluluğudur.

Çünkü Serengeti’nin gerçek sahibi;
Her şeyi bilir!
Her şeyi görür!
Her şeyi duyar!

Ve sonunda…
Herkesi, kendi izinden tanır!

Sapanca;
Kafkaslardan gelene de,
Balkanlardan gelene de,
Yatırım için gelene de,
Günübirlik gelene de
her zaman ilkesel yaklaştı:

Bu yüzden hiç kimsenin,
Sapanca’ya kişisel davranma hakkı yoktur!

Çünkü Sapanca,
sadece bir coğrafya değil,
emanet edilmiş ortak bir değerdir.

Yorum Yap

İçimdeki BEN, Dışımdaki SEN ve SAPANCA ...