Zeki Müren hayatını kaybettiğinde takvim yaprakları 24 Eylül’ü gösteriyordu. O, sadece şarkı söylemedi; zarafeti ve sahne duruşuyla hafızalara kazındı. Bugün “Ah bu şarkıların gözü kör olsun” sitemi, içi boşaltılmış kelimelere yönelmiş bir çağrı gibidir. Çünkü artık şarkılar değil, kelimeler körleşiyor. Bu yazı, sadece bir anma değil aynı zamanda bir hatırlatmadır; anlamı kaybettikçe, yönümüzü de kaybederiz. Ve birbirimizi duyamadan yaşamaya devam ederiz.
1980’ler, ülkemizin hem sokaklarında hem ruhunda bir kırılma noktasıydı.
Kentler hızla büyüyor, çimento ve demirden örülen beton binalar yükseliyordu.
İnsan ise büyüyen kentlerin gölgesinde küçülüyor, yalnızlaşıyordu.
Aşk bile artık mektuptan değil, kasetçalardan taşar olmuştu.
Ama bu dönüşüm sadece betonla, yalnızlıkla ya da kasetle sınırlı değildi.
12 Eylül’ün ardından toplumun sesi de kısılmıştı.
Duygular sansürlenmiş, birey suskunluğa mahkûm edilmişti.
Hafıza bastırılmış, halkın talepleri görmezden gelinmişti.
Televizyonlar, radyolar, sahneler… hepsi kontrol altındaydı.
Acılar ise artık sadece bireysel değil, toplumsaldı.
Ve şarkılar…
Bazıları, duygusal muhasara aracına dönüştü,
bazıları ise bu suskunluğun içinden gelen birer cevaba.
Bazen hatırlanması gerekeni unutturdu,
bazen de kapanması gereken yarayı yeniden kanattı.
Yalnızlık, terk ediliş, melankoli… hepsi şarkılarda yankılandı.
Bireyin iç dünyasında tekrar tekrar çalındı.
Zeki Müren…
Sadece sesiyle değil, duruşuyla, bakışıyla,
sahnedeki haliyle halkın kalbine kazınmış bir sanatçıydı.
O, şarkı söylemedi sadece…
Milletin içine biriktirdiği duyguları aldı, notalara döktü.
Belki de halkın iç çekişini, suskunluğunu, gözyaşını fark etti.
Ve bir gün çıktı, şöyle dedi:
“Şarkılarla ağladık, şarkılarla güldük
Şarkılarda ayrıldık, şarkılarda üzüldük
Şarkılarda hayat, şarkılarda ölüm, olursa olsun
Ah, bu şarkıların gözü kör olsun.”
Bu sözler, sadece bir aşka değil…
Bir toplumun içine attığı her şeye bir sitem gibiydi.
Yasaklara, susturulan seslere, görmezden gelinen acılara bir ağıttı.
Şarkılarla avutulan bir halkın artık şarkılara bile isyan edişiydi.
“Yeter artık” demenin en zarif, en yakıcı haliydi.
…
Bugünse sitem edilen o şarkıların yerini kelimeler aldı sanki…
Artık kelimeler sadece anlam değil, algı taşıyor.
Kavramlar birer vicdan pusulası olmaktan çıktı;
PR metinlerinin süsü, politik nutukların makyajı, reklam kampanyalarının maskotu oldular. Gerçeklik ise her geçen gün kavramların gölgesinde silikleşiyor.
Bir zamanlar ruh taşıyan, direniş çağıran, dertlerimize omuz olan kelimeler…
Şimdi vitrinlere dizilmiş, kampanyalara kiralanmış hâlde.
Her biri bir zamanlar bir anlamdı; şimdi ise birer ambalaj.
Ve biz, bu ambalajların içini açtığımızda karşımıza çıkan şey çoğu zaman: boşluk.
Kelimeler artık sadece konuşmuyor, rol yapıyor.
ve biz, yönümüzü kaybediyoruz.
İşte bu yüzden Zeki Müren’in şarkıya yüklediği itirazı,
biz bugün kelimelere yüklemek zorundayız, yine kelimelerle.
Bir kelimeye ne oluyorsa, aslında bize de o oluyor.
Bu endişe ile bazı kelimelere bakacağız.
Özellikle de Sapanca’yla ilgili olanlara.
“Hiç ayrılamam derken, kavuşmak hayal oldu” demeden….
“Birey” mesela…
Eskiden sorgulayan, düşünen, direnen bir varlıktı.
Kendi kararlarını kendi vicdanıyla tartan, topluma karşı sorumluluk hisseden bir özneydi.
Şimdi “birey” dediğinde akla gelen şey: “tüketici.”
Tercih eden ama sorgulamayan.
Beğenen ama bağlanmayan, tüketen ama üretmeyen.
“Kimlik”…
Bir zamanlar aidiyetin, kökün, ruhun sesiydi.
Bir mahallenin kokusunda, bir annenin ses tonunda,
bir çocuğun ilk sorusunda gizliydi.
Şimdi ise CV’de “çok kültürlü” diye yazılan bir not.
Bir pazarlama argümanı, bir konferans sunumunda alkış alan bir başlık.
Kimlik artık bir derinlik değil, bir etiket.
Bir geçmiş değil, bir profil.
Bir kök değil, bir kampanya sloganı.
“Norm”…
Eskiden toplumun ortak aklıydı.
Birlikte yaşamanın sessiz sözleşmesi, vicdanın toplumsal diliydi.
Şimdi ise uyulmayan ama başkasına hatırlatılan bir şey oldu.
Bir tür sosyal dekor: herkesin önünde sergilenen ama kimsenin arkasında durmadığı.
Norm artık bir iç disiplin değil, dış denetim.
Bir değer değil, bir denetleme aracı.
Kendi hayatında esnetilen ama başkasının hayatında sıkı sıkıya savunulan bir çelişki.
“Özgürlük”…
Eskiden zincirleri kırmak demekti.
Bir duvarı aşmak, bir yasağa direnmek, bir baskıya karşı ses olmaktı.
Şimdi ise sana iki-üç seçenek sunulup, içlerinden birini seçmen bekleniyor.
Ve adına “özgürlük” deniyor.
Özgürlük artık bir tercih listesi.
Bir menü. Bir alışveriş sepeti.
Oysa özgürlük, sadece seçmek değil, reddetmekti.
Sadece kabul etmek değil, sorgulamaktı.
Sadece bireysel alan değil, toplumsal sorumluluktu.
“Katılım”…
Eskiden söz hakkıydı.
Bir fikri dile getirmek, bir karara yön vermek, bir sürece ortak olmaktı.
Şimdi ise önceden alınmış karara “evet” deme ritüeli.
Bir tür sahne dekoru: herkesin çağrıldığı ama kimsenin gerçekten dinlenmediği bir oyun.
Katılım artık bir prosedür.
Bir toplantı tutanağı.
Bir “görüşünüz bizim için önemli” cümlesiyle başlayan, ama cevabı çoktan yazılmış bir form.
“Yeşil dönüşüm”…
Eskiden doğayı korumak için verilen bir mücadeleydi.
Toprağı savunmak, suyu korumak, ağacı yaşatmak için yükselen bir ses.
Şimdi ise fosil yakıtlı arabanın arkasına yapıştırılan yaprak stickerı.
Bir görsel makyaj.
Bir vicdan rahatlatma simgesi.
Yeşil dönüşüm artık bir yaşam biçimi değil, bir pazarlama stratejisi.
Bir direniş değil, bir dekor.
Bir mücadele değil, bir marka.
“Mahalle”…
Eskiden kapı zilini çalıp “tuz var mı?” diye sorabileceğin yerdi.
Bir çocuğun düşüp ağladığında herkesin koştuğu, bir cenazede herkesin sustuğu yerdi.
Şimdi ise güvenlik kamerası, site kartı, yönetim kurulu kararı.
Birlikte yaşamak değil, yan yana durmak.
Komşuluk değil, komşu listesi.
Mahalle artık bir aidiyet değil, bir yönetim biçimi.
Bir sıcaklık değil, bir prosedür. Bir ses değil, bir sessizlik.
“Dayanışma”…
Eskiden zor günde omuz omuza durmaktı.
Bir komşunun yangınında su taşımak, bir işçinin grevinde ekmek paylaşmaktı.
Şimdi ise zincir marketin indirim kampanyası.
“Birlikte daha güçlüyüz” sloganıyla satılan çamaşır deterjanı.
Omuz değil, etiket. Destek değil, satış stratejisi.
Dayanışma artık bir duygu değil, bir duyuru.
Bir refleks değil, bir reklam.
Bir vicdan değil, bir vitrin.
“Turizm”…
Eskiden kültürlerin buluşmasıydı.
Bir sofrada iki dilin karışması, bir sokakta iki hikâyenin kesişmesiydi.
Şimdi ise betonun, gürültünün ve “her şey dahil” in pazarlama stratejisi.
Bir deneyim değil, bir paket.
Bir keşif değil, bir tüketim.
Turizm artık bir karşılaşma değil, bir kaçış.
Bir öğrenme değil, bir satın alma.
Bir iz bırakmak değil, iz silmek.
“Yatırım”…
Eskiden geleceğe dair bir umut, bir emekti.
Bir fidan dikmekti, bir dükkân açmaktı, bir mahalleye kök salmaktı.
Şimdi ise doğaya, sessizliğe, mahalleye karşı açılmış bir dava dosyası.
Bir beton ruhsatı, bir imar planı.
Yatırım artık bir gelecek değil, bir gasp.
Bir üretim değil, bir tüketim. Bir umut değil, bir ihlal.
“Vizyon”…
Eskiden geleceği hayal etmekti.
Bir toplumun nereye gideceğini düşlemek, bir çocuğun yarınını tasarlamaktı.
Şimdi ise PowerPoint sunumlarında kullanılan,
ama kimsenin gerçekten görmediği bir sisli manzara.
Bir kelime değil, bir dekor. Bir yön değil, bir sis.
Vizyon artık bir hayal değil, bir başlık.
Bir ufuk değil, bir ekran görüntüsü.
Bir yolculuk değil, bir gösteri.
“Sürdürülebilirlik”…
Eskiden doğayla uyum içinde yaşamak demekti.
Bir ağacı kesmeden önce düşünmek, bir gölü kirletmeden önce utanmaktı.
Şimdi ise plastik şişenin üzerine yapıştırılan yeşil logo.
Bir yaşam biçimi değil, bir etiket.
Bir sorumluluk değil, bir satış stratejisi.
Sürdürülebilirlik artık bir ilke değil, bir imaj.
Bir denge değil, bir dekor.
Bir gelecek değil, bir görsellik.
“İletişim”…
Eskiden iki insanın birbirini duymasıydı.
Bir göz teması, bir iç çekiş, bir susarak anlaşma hâliydi.
Şimdi ise bildirim sesiyle başlayan, emojiyle biten bir sessizlik.
Bir konuşma değil, bir tepki. Bir bağ değil, bir bağlantı.
İletişim artık bir anlam değil, bir algoritma.
Bir karşılaşma değil, bir karşılaştırma.
Bir duygu değil, bir veri.
“Topluluk”…
Eskiden birlikte yaşamak, birlikte üretmekti.
Bir imeceydi, bir düğündü, bir cenazede omuz omuza durmaktı.
Şimdi ise sosyal medya grubunda aynı şeyi beğenen insanlar.
Birlik değil, algoritma. Paylaşmak değil, görünmek.
Topluluk artık bir üretim değil, bir etkileşim.
Bir bağ değil, bir bildirim.
Bir ses değil, bir veri.
…
Örnekleri çoğaltmak mümkün elbette.
Çünkü mesele birkaç kelimenin değil,
bütün bir söz dağarcığımızın başına gelenlerde.
Zamanla kelimeler körleşiyor, sonra da biz.
Ve biz, körleşmiş anlamlarla yönümüzü ararken,
aslında kendi iç sesimizi de yitiriyoruz.
Bizim sitemimiz bir nostalji değil.
“Eskiden güzeldi, şimdi bozuldu” demek kolay.
Umudumuz, kelime ve kavramlarımızın yeniden can bulması.
Çünkü, bir kavramın gözünü açmak, aslında kendi gözümüzü açmak demek.
Çünkü, kelimeler sadece ses değil, pusula. Yolumuzu gösteriyor, yönümüzü belirliyor.
Fazla karamsarlığa da gerek yok.
Hâlâ ve her zaman bir seçenek vardır.
Kelimelerimizi, kavramlarımızı geri alabilir;
onları gerçek anlamlarıyla yeniden buluşturabiliriz.