Şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. Hiçbir özellikleri kalmaz. Birbirine benzeyen, sıradan insanlar gibi olurlar. Sapanca, uzun yıllar boyunca insan ile doğanın ahenkli etkileşimine örnek teşkil etti, kaderimiz oldu. Sonra, Papalagi geldi!
Erich Scheurmann, Samoa Adasında bir köyün şefi olan Tuiavii’nin 1920’li yıllarda gittiği Avrupa gezisinden halkını uyarmak için yazdığı mektuplardan derlediği “Göğü Delen Adam” kitabında, Samoa’ya ilk gelen yabancıların bir yelkenliyle geldiğini, yerlilerin yelkenlinin içinden çıkan yabancılara ise Papalagi dediğini yazar.
Papalagi’nin kendine has ve son derece karmaşık bir düşünce tarzı vardır. “Nasıl yaparım da her şeyi kendim için kullanırım? Nasıl her şey benim olur?” diye düşünür. İnsanlığın değil, sadece kendi çıkarlarını önemser. Papalagi, bu düşünceye öylesine inanır ki, sanki doğanın tüm hakları gerçekten ona aitmiş gibi davranır; dağlar, ovalar, ağaçlar, sular ve gökyüzündeki bulutlar yalnızca onun hizmeti için varmış gibi hareket eder.
Tuiavii’nin tecrübeleri ve İbn-i Haldun’un “Coğrafya Kaderimizdir” önermesini düşündüğümüzde, kendi kaderimiz hakkında Sapanca INFO okurları ile hasbihal etmek istedik.
Sapanca’nın nasıl bir yer olduğu bir rivayette şöyle anlatılır; “yeryüzü yaratılıp insanlar çoğalmaya başlayınca mekan kavgaları değilse bile arazi sürtüşmeleri baş göstermiş, insanlar arasında. Hikaye bu ya; buna kesin bir çare bulmak için de herkesin bir alanda toplanıp olayın çözümlenmesine karar verilmiş. Ufak tefek itirazlar dışında konu halledilmiş ve herkes yeni yerine yerleşmeye başlamış. Ama bir süre sonra süklüm büklüm biri çıka gelmiş ve yerinin olmadığından, kendisine de bir alan tahsis edilmesinden dem vurmuş. Toplantıya niye gelmediği sorulunca da o gün bir misafir ağırlamakta olduğunu, ona ayıp olmaması için ayrılıp gelemediğini bildirmiş. Bu söz Yüce Tanrı’nın çok hoşuna gitmiş ve ”peki öyleyse kendime ayırdığım bir yer vardı, var git oraya yerleş’ demiş.” Hikayede geçen ve Yüce Tanrı’nın kendisine ayırdığı o yer, Sapanca Gölü ile Samanlı Dağları arasında kalan o muhteşem bölge, SAPANCA imiş.
Yerleşim yerleri, insan kültürünün mayalandığı yerlerdir. Sapanca’nın insana, insanın da Sapanca’ya kattığı değer birbirini zenginleştirerek çoğaltır. Bu durum uzun yıllarca Sapanca’nın devamlılığını ve kaderini sağlamıştır.
Taa ki tanımadığımız insanlar gelene kadar. İçme suyu kalitesi, tarım alanlarının mekânsal değişimi, bitki ve orman alanlarının tahribi, erozyon, kıyı yapılaşması, hava kirliliği, altyapı ve üst yapının inşası, gürültü kirliliği, insan ve araç kalabalığı gibi konularda yaşanan sorunlar azımsanmayacak düzeye ulaştı. 2000-2017 yılları arasında tarım arazilerinin ilçe topografyasındaki oranı %38 iken bu oran %23’e, orman arazilerinin oranı ise % 47’den %46’ya düştü. 3.350.631 m² olan yerleşim yeri alanı %316 artarak 13.961.065 m²’ye çıktı. Turizm faaliyetlerinin kısa vadeli ekonomik amaçlarla sürdürülemez bir anlayışla uygulanması, orta ve uzun vadede kaderimizi biraz daha etkileyecek gibi.
Oysa bir zamanlar Sapanca daha farklıydı, daha güzeldi sanki. Şimdi epeyce değişti. Baksanıza şimdiki Sapanca’ya, yavaş yavaş bizden uzaklaşıyor mu, ne! Hiç tanımadığımız, belki de hiçbir zaman karşılaşmayacağımız insanların kararları değiştiriyor kaderimizi ve biz, bir arada kalmaya çalışıyoruz sadece!
Yerleşim yerlerinin de tıpkı insanlar gibi güçlü ve sürekli işleyen bellekleri vardır. Bu bellek, ancak doğru bakış açılarıyla sürdürülebilir bir durum oluşturur. Bu yüzden olsa gerek; “Şehirler de insanlar gibidir, geçmişlerini unuturlarsa, tarihlerinden koparılırlarsa kişiliklerinden de koparılırlar. Hiçbir özellikleri kalmaz. Birbirine benzeyen, sıradan insanlar gibi olurlar.”
Hey! Siz! Tanımadığımız İnsanlar! Yakınımızdasınız ama yakınımız mısınız? Doğanın her köşesini fethetme ve değiştirme hırsı da nedir? Ortak doğa ve doğal kaynaklarımızı akıl yoluyla emek ve paylaşma düzeni içinde kullanılması dururken, bu azgın rekabet, ihtiras, imtiyaz ve tahakküm de nedir böyle? Mekânsal yakınlık ile kalbi yakınlık anlayışınız birbirinden neden bu kadar uzak?
Samoa Adasındaki köyün şefi olan Tuiavii’ nin seslenişine kulak verelim; “Papalagi, kendi yasalarını uyguladığından, Tanrı da onların mülklerinin üstüne bir sürü düşman saldı. Hazinelerinin üstüne ateşin gücünü, yağmuru, kuraklığı, seli, yaşlılığı ve iflası gönderdi. Ama hepsinin ötesinde Papalagi’ nin ruhuna korkuyu yerleştirdi. Ele geçirdiği şeyleri kaybetme korkusunu. Bu yüzden Papalagi’ nin uykusu hiçbir zaman derinleşmez, gündüz topladıkları, gece uçup gitmesin diye uyanık olması gerekir çünkü.
Tanrı, bütün insanlara yardım ellerini uzatır. O, birinin diğerinden daha fazla şeye sahip olmasını ya da birinin ’ben güneşte yatacağım ama senin yerin gölge’ demesini istemez. Hepimizin yeri güneşin altındadır. Tanrı’nın her şeyi kendi adaletli elinde tuttuğu yerde ne kavga olur ne de yokluk.
Hilekar Papalagi hiçbir şeyin Tanrı’ya ait olmadığı mavalını bize yutturmaya çalışır. ‘Elinde tuttuğun her şey senindir’ der. Bu tür saçma sözlere kulaklarınızı tıkayın, Papalagi’ye kulak asmayın, vicdanlarınıza sıkı sıkıya sarılın. Her şey Tanrı’nındır… “
Kaynak
Prof. Dr. Mustafa İSEN “Blog”
Ahmet ÜMİT “Kitap: İstanbul Hatırası”
Dergi Park “Makale”
Bana Masal Anlatma “Film”
Bülent SÖNMEZ “Blog”
Anıl SEKİTMEN “Blog”
1 Yorum
Rousseau’nun, John Locke’nin tarlalar ilk etrafını kim çevirmişse onundur felsefesine karşı çıkışı geldi aklıma: “Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara “Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz” diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktır.”
Jean-Jacques Rousseau